Sitedeki tüm yazıları,kaynak göstermek koşuluyla ücretsiz kopyalayabilir ve çoğaltabilirsiniz.

Herkesin Yaptıklarının Hesabını Vereceğini Unutmayın

10:48 Edit This
Gün boyunca yaşadığınız olaylara kendinizi kaptırıp çok az bir süre sonra yaptığınız herşeyin hesabını vereceğinizi unutmayın. Dünyadaki statüsü ne olursa olsun yaratılan her kul kıyamet günü Allah huzurunda hesap verecektir. İman edenlerin canları melekler tarafından güzellikle alınırken, inkarcıların canları zorluk içerisinde çıkacaktır.

Kıyametin kopmasıyla birlikte başlayan tüm gelişmeler, dünya tarihi boyunca yaratılmış bütün insanların yeni bir bedenle diriltilmeleri ve cehennem ateşinin çevresinde biraraya toplanmalarıyla devam edecektir. Daha sonra tüm şahitler getirilecek, her bir kişinin amel defteri açılacak ve herkes dünya hayatında yaptıklarından hesaba çekilecektir. Bunların sonunda Allah müminleri rahmetiyle cehennem ateşinden kurtararak, cennetine sokacaktır. Kıyamet günü ve müminlerin o günkü durumları Kuran'da ayrıntılı olarak bildirilmiştir:

Sur'a ilk üfürülüş ile kıyamet başlamıştır. Dünya ve tüm evren, geriye dönüşü olmayan bir yokoluşa sahne olmaktadır: Dağlar parçalanır, denizler kaynatılır, gökler yok edilir... Sur'a ikinci kez üfürülmesiyle birlikte insanlar diriltilir ve hesaba çekilmek üzere biraraya toplanır. En ufak bir ayrıntı dahi atlanmadan, hayatı boyunca yapmış olduğu herşey kişinin ve şahitlerin gözleri önüne serilecektir. İman etmeyenleri öldürücü bir utanca sürükleyen bu anda müminler, sevinçli ve coşkuludurlar. Çünkü Kuran'da, "... O gün Allah, peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir..." (Tahrim Suresi, 8) şeklinde buyrulmaktadır.

Allah, "Elçilerine ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem de şahitlerin (şahitlik için) duracakları gün yardım edeceğini" vaat etmiştir. (Mü'min Suresi, 51)

Kıyamet günü salih müminler, tüm hayatları boyunca yapıp-ettiklerinin yazılmış olduğu hesap defterlerini "sağ yanlarından" alacaklardır. Kitabını sağ tarafından alacak olan insanlar, Kuran'da "kolay" hesaba çekilecek ve cennete sokulacak insanlar olarak tanımlanmıştır:
Artık kitabı sağ eline verilen kişi, der ki: "Alın, kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış(anlamış)tım. Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir. Yüksek bir cennette. (Hakka Suresi, 19-22)
Rabbimiz'in kendilerine vaat ettiğine kavuşmak üzere olan müminler, o "ebedilik gününde" (Kaf Suresi, 34) heyecanlı ve mutludurlar, bu durumları İnşikak Suresi'nde şöyle tasvir edilmiştir:
Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse. O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek. Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. (İnşikak Suresi, 7-9)

Hesaba çekilmeleri bittiğinde artık müminler, kurtulmuş olmanın sevinci içindedirler. Ayette, "Oraya esenlikle ve güvenlikle girin." (Hicr Suresi, 46) buyrulmaktadır. Bu durum başka ayetlerde de şöyle anlatılır:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. cennetime gir. (Fecr Suresi, 27-30)

Artık Allah, rahmet etmiş olduğu kullarının günahlarını da bağışlamış, kötülüklerini iyiliğe çevirmiş ve cennete girmelerine izin vermiştir. Kendisine "cennete gir" denilen mümin ise şöyle söyler:
... Keşke kavmim de bir bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve ağırlananlardan kıldığını. (Yasin Suresi, 26-27)

Bir başka ayette Allah, cennet ehlini şöyle müjdelemektedir:
... Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar için, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vardır... (Maide Suresi, 119)Ey kullarım, bugün sizin için korku yoktur ve siz mahsun olmayacaksınız. (Zuhruf Suresi, 68)

Vakit

Darwinizm’in Çöküşü ile Birlikte Dinsizlik de Çökmüştür

10:46 Edit This
19. yüzyılda din karşıtı çarpık ideolojiler insanlığa büyük belalar getirmiştir. Dinsizliğin yönlendirdiği siyasal politikalar insanlara sadece acı ve sıkıntı vermiştir. Dinsizliğin teorisyenleri dünyayı huzur içerisinde yaşanamaz hale getirmişlerdir. Ancak dinsizliği telkin eden tüm ideolojiler Darwinizm’in çöküşü ile fikren ve ilmen mağlup olmuşlardır. Son 30 yıl içerisinde dinsizliği temel alan tüm ideolojiler, dindar yaşamak isteyen halka karşı yürüttükleri silahlı mücadelelere rağmen büyük bir hızla çökmüştür. Bu ideolojilerin kalan kırıntıları kesin olarak yok olacaktır. Çünkü artık dört kıtadan milyonlarca insan büyük bir hızla din ahlakına yönelmeye başlamıştır. Dünyaca yaşanan bu dindarlaşmadan dolayı dinsizliğin savunucuları kesin bir çaresizlik içerisine düşmüşlerdir.

Canlılığın cansız varlıklardan tesadüfler sonucunda oluştuğu iddiasının mantıksızlığı yüzyılımızda evrimcileri küçük duruma düşürmüştür. Ayrıca cansızlıktan milyonlarca farklı canlı türünün türediği iddiasını sahte deneylerle kabul ettirmeye çalışmaları, Darwinist’lerin bilim etiğinden ne kadar uzak olduklarını göstermektedir. Sahte deneyler ve üzerinde oynamalar yapılmış sahte fosillerle evrim teorisi ancak bir yüzyıl yaşatılabilmiştir. Günümüzde evrimi savunanların durumu, yıllar önce ölmüş bir bedeni canlandırmaya çalışanların durumuna benzemektedir.

Ateist düşünürler evrenin ve canlılığın yapısının çok basit olduğunu ve rastlantılarla açıklanabileceğini sanmışlardır. Bilimsel gelişmelere bağlı olmayan, evrimin gerçek olduğu temennisi üzerine araştırmalarını sürdüren bilim adamları yetişmiştir. Bu bilim adamları; cahil, yeni bilgilere kapalı, 1850’li yılların bilim düzeyinde kalmış, evrim teorisini desteklemek için gerçekleştirilen bilim sahtekarlıklarına sahip çıkmaktan utanmayan, güncel bilim ile teması kesmiş, eğitimsiz, bilgiden korkan ve bilimi mutlaka kendi görüşlerini ispatlayacak bir araç gibi gören insanlardır. Bu kişiler evrimi yalanlayan, yaratılışı ispatlayan yeni gelişmeler karşısında, mümkün olduğunca ölü fikirleri ayakta tutmaya çalışmaktadırlar ancak birbirlerini teselli etmekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Günümüzde evrim teorisini savunanlar bu düşünceyi ancak ideolojik olarak benimseyen ve sayıları giderek azalan felsefi materyalistlerdir.

Darwinizm ülkemizde ve dünyada tükenmiştir. Ateist ideolojiler tutundukları bu dayanıksız ve çürük fikri temelden dolayı, girdikleri çıkmazda son noktaya gelmişlerdir. İnsanlar batıl felsefe ve ideolojilerde yer alan çelişkiler ve yalanlar konusunda artık bilinçlenmeye başlamıştır. Evrimciler, teorinin tüm bilimsel boşluklarının deşifre edilmiş olmasından son derece rahatsız konumdadırlar. Her bilimsel gelişme de Darwinizm daha da derine gömülmektedir. İnsanların gözlerini çevirip baktıkları her noktada yaratılışın delillerini görmeleri onları imana, milli ve manevi değerlerlere sahip çıkmaya yöneltmiştir. Darwinizm’in büyüsü artık toplumların üzerinden kalkmıştır.

Evrimcilerin bilim sahtekarlıklarının tamamı ortaya çıkmıştır. 140 yıldır aldatılmış olmanın şaşkınlığını yaşayan dünya halkları, din ahlakına yönelmiştir. Yapılan araştırmalar, düzenlenen kamuoyu yoklamaları dini değerlerin insanların hayatında çok önemli bir yer tuttuğunu, eskiye kıyasla çok daha fazla insanın dini değerlere önem vermeye başladığını ve maneviyata yöneldiğini göstermektedir.

Bir kısım evrimciler son çırpınışlarını gösterseler de, evrim sahtekarlığının işbirlikçisi olarak yakalanmış olmanın ezikliğini yaşamaktadırlar. Günümüzde bilimi evrim süzgecinden geçirerek tek yanlı tanımlama anlayışı sona ermiştir. Evrim teorisini destekleyecek sipariş fosiller üretme dönemi kapanmıştır. Evrimciler artık bilimsel kelimelerin arkasına sığınamamaktadırlar. Evrimcilerin karşılarında bilimsel gelişmeleri takip eden bir halk bulunmaktadır. Lise düzeyinde eğitimi olan gençler bile evrim fikrini mat edilebilmektedirler. Evrimciler, yaratılışı savunan kişilerin karşısına kamuoyu önünde çıkmaktan çekinmektedirler. Yalnızca kendi aralarında toplanabilmekte ve evrimci izahlarını yalnızca birbirlerine yapabilmektedirler. Yaratılış gerçeği ile karşı karşıya kalan evrimciler, fikre fikir ile karşılık veremedikleri için mücadele yöntemlerini fikre yasak koymak olarak belirlemişlerdir. Evrim teorisinin içinde bulunduğu durum gerçekte dinsizlik temelli tüm ideolojilerin çöküşünün müjdesidir.

Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, kendi nurunu tamamlamaktan başkasını istemiyor.
Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi, 32-33)

Vakit

Güneş Işığını Yaratan ve Dünya’ya Ulaştıran Allah’tır

10:43 Edit This
Güneş, evrendeki orta büyüklükteki milyarlarca yıldızdan yalnızca bir tanesidir. Güneşi bizim için evrendeki en önemli yıldız yapan özellikleri; büyüklüğü, etrafındaki gezegenlerle olan bağlantısı ve yaydığı özel ışınlardır. Güneşin bu özelliklerinden sadece bir tanesinde bile şu anda var olan ölçülerinden herhangi bir farklılık olması durumunda yeryüzünde yaşam olamazdı. Gerçekten de güneş, dünyada canlı bir yaşamın oluşabilmesi ve devam edebilmesi için gereken en ideal değerlere sahiptir. İşte bu nedenle bilim adamları güneşi, yeryüzündeki canlılığın "yaşam kaynağı" olarak nitelendirmektedirler.

Yeryüzünün en uygun şekilde ısınması ve bitkilerin fotosentez yapabilmesi için tek kaynak güneş ışığıdır. Bilindiği gibi canlı yaşamının var olabilmesi için ısınma ve fotosentez vazgeçilmezdir. Bundan başka yeryüzünde aydınlığın oluşması ve renkli bir dünyanın meydana gelmesi de yine güneşten gelen ışınlar sayesinde gerçekleşir. Bu durumda dünyanın en önemli enerji kaynağı olan bu ışınların nasıl oluştuğu sorusu akla gelecektir? Yeryüzündeki canlı yaşamının anahtarı olarak nitelendirilebilecek olan bu ışınların, bu kadar önemli görevleri yerine getirebilmesi, bunun için gerekli özelliklerin tümüne birden aynı anda sahip olması tesadüflerin eseri olamaz. Bunun nedeni ışığın yapısı incelendiğinde daha iyi anlaşılacaktır.

Uzayda bulunan yıldızların yaydığı enerji uzay boşluğunda dalgalar halinde hareket eder. Güneşten de enerji olarak yine dalgalar halinde hem ışık hem de ısı gelir. Yıldızlardan yayılan bu enerjinin hareketi, bir gölün üzerine atılan taşın suda oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Nasıl göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, ısı ve ışık yayılırken de aynı şekilde farklı dalga boyları olur.

Bu noktada evrendeki ışığın farklı dalga boyları hakkında bilgi vermekte fayda vardır. Evrende bulunan yıldızların ve diğer ışık kaynaklarının hepsi aynı türde ışık yaymazlar. Bu farklı ışınların sınıflandırılması dalga boylarına ve frekanslarına göre yapılmaktadır. Evrendeki bu farklı dalga boyları çok geniş bir alana dağılmıştır. Örneğin en kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat daha küçüktür. (1025 sayısı 1 rakamının yanına 25 tane sıfır konulmasıyla elde edilen çok büyük bir sayıdır.)

Evrendeki 1025'lik bir genişliğe sahip olan ışın yelpazesinin içinde, güneşin yaydığı ışınların tümü çok dar bir bölüme sıkıştırılmıştır. Güneşten yayılan farklı dalga boylarının %70'i, 0.3 mikronla, 1.50 mikron arasındaki çok dar bir sınırın içinde yer alır. Güneş'in ışınlarının neden böyle dar bir aralığa sıkıştırıldığını araştırdığımızda ise karşımıza ilginç bir sonuç çıkar: Dünya üzerindeki canlı yaşamı ve renklerin oluşumunu destekleyecek olan ışınlar, sadece bu aralıkta bulunan ışınlardır.
Energy and the Atmosphere adlı kitabında İngiliz fizikçi Ian Campbell, bu üstün tasarımı "inanılmaz derecede şaşırtıcı" olarak nitelendirerek bu noktaya şöyle dikkat çekmektedir:
Güneşten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur. (Ian M.Camplell, Energy and Atmosphere, s.1-2)

1025'lik elektromanyetik yelpazeden güneşin yansıttığı bu bir birimlik ışın aralığının büyük bir kısmı "görülebilir ışık" olarak adlandırılır. Bu birimin hemen altındaki ve üstündeki aralıkta yer alan ışınlar da yeryüzüne kızıl ötesi ve mor ötesi ışınlar olarak ulaşır.

Kızıl ötesi ışınlar ısı dalgaları olarak yeryüzüne ulaşırken mor ötesi ışınlar yüksek enerjili olup canlılar üzerinde zararlı etkiler oluşturabilmektedirler. Kızıl ötesi ışınlar atmosferden geçerek dünyayı canlıların yaşaması için elverişli hale getirecek ısıyı sağlarlar. Mor ötesi ışınlar ise sadece belirli bir oranda yeryüzüne ulaşabilirler. Bu oranın biraz daha fazla olması durumunda canlıların dokuları zarar görür ve ölümlere yol açar. Az olması durumunda ise canlıların ihtiyacı olan enerji sağlanamaz.Bütün bunlar canlı yaşamı için son derece önemli detaylardır. Güneşten gelen ışınların fonksiyonlarında da görüldüğü gibi dünyada var olan her sistemde bir düzen ve kontrol vardır. Ne kadar hassas bir dengenin olduğunu kısaca anlattığımız böyle bir sistemin tesadüfen oluşması elbette ki mümkün değildir.

Vakit

Tüm Yaşananlar Bir Kader Doğrultusunda Gerçekleşmektedir

10:42 Edit This
Her yaşanan günde dünyadaki tüm insanların saat kaçta uyanacakları, hangi giysileri giyecekleri, hangi konuşmaları yapacakları, hangi kararları alacakları, kalplerinde hissettikleri, kaç kere nefes alıp verecekleri hepsi kaderlerinde bellidir. Allah her günü bir diğerinden farklı yaratmaktadır. Allah insanların ‘adı konulmuş’ bir kaderleri olduğunu Kuran ayetinde şöyle bildirmektedir:
Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O’dur. Adı konulmuş ecel, O’nun katındadır. Sonra siz (yine) kuşkuya kapılıyorsunuz. (En’am Suresi, 2)

Kader, Allah’ın geçmiş ve gelecek tüm olayları bilmesidir. Allah zamandan ve mekandan münezzehtir ve evrende meydana gelen her şeyin geçmişini ve geleceğini bilir çünkü onları yaratan Kendisi’dir. Allah bizim bağlı olduğumuz zamanı başından sonuna kadar tek bir an olarak bilir. İnsanlar ise sadece zamanı gelince bu olayları yaşayıp, Allah’ın onlar için yarattığı kadere tanık olurlar. İnsanların yaşadıkları her şeyi Rabbimiz yaratmaktadır. Zihinlerinde oluşan bir fikri bile kaderlerinde olduğu için düşünmektedirler. Sonsuz güç sahibi olan Allah yerde ve gökte olan her şeyi kontrolü altında tutmaktadır. Allah dilemeden evrende tek bir toz bile hareket edemez, tek bir yaprak dalından düşemez, tek bir çiçek açamaz. Allah’ın dilediğini yaratması Kuran ayetlerinde şöyle bildirilmektedir:
Onu istediğimizde herhangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca "Ol" demekten ibarettir; o da hemen oluverir. (Nahl Suresi, 40)
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (İnsan Suresi, 30)

Allah’a iman eden bir insan için kaderi bilmek çok büyük bir konfordur. Çünkü hayatı boyunca yaşadığı ve yaşayacağı her şey sonsuz akıl ve güç sahibi yüce bir güç tarafından özel seçilerek yaratılmaktadır. İnsan acizlikleri ve zayıflıkları olan güçsüz bir varlıktır. Her bir nefesi için Rabbimize muhtaçtır. Acizliğinin farkında olan bir insan için kaderinin sonsuz güç sahibi Allah tarafından belirlenmiş olması çok büyük bir nimettir. Kendisine düşen yalnızca teslim olmaktır. Allah’a teslim olmak insanı cennete ulaştıracak yoldur. Ancak Allah’a ve yarattığı kadere teslimiyet kayıtsız şartsız olmalıdır, bir sınırı olmamalıdır, istediği veya istemediği her koşul için Allah’tan razı olmuş bir his ve tutum içerisinde olmalıdır.

Kaderi yaratan Allah’a dayanıp güvenmemek beraberinde büyük bir kaos ve kargaşa getirir. Eğer insan, kendisinin tesadüfen var olduğunu ve etrafındaki olayların da tesadüfen gerçekleştiğini düşünürse, büyük bir huzursuzluk ve sıkıntı içinde yaşayacaktır. Allah’ın yarattıklarında hikmet ve hayır aramak yerine, her şeyden sıkıntı ve endişe duyacaktır. Bu endişe yaşanılan olaylarda Allah’ın kontrolünü unutmaktan kaynaklanır.

Kaderi unutan bir insan dünyada yaşanan olayları da kontrolsüz geliştiğini sanmaktadır. Oysa tüm ülkelerin kaderleri bellidir. Osmanlı İmparatorluğu henüz kurulmadan devlet idaresine geçecek tüm padişahların isimleri, yapılacak tüm savaş ve antlaşmalar, imparatorluğu yıkılmaya götürecek etkenler Allah katında belirlenmiştir. Günümüzde var olan devletlerin de kaderleri aynı şekilde belirlidir. Güç ülkelerin yöneticilerinde değil, ‘hükmedenlerin hakimi’ (Tin Suresi, 8) olan Allah’tadır. Bu gerçeğin farkında olmayanlar, ülkelerin bilinmeyen bir yöne doğru sürüklendiği, belirsizliğin hakim olduğu, gidişatının kontrolsüz olduğu gibi son derece zahir düşüncelere kapılırlar. Sorun gibi görünen olayları Allah’ın yarattığını unutmalarından dolayı bu sorunlardan kurtuluşun da Allah’ın dilemesiyle gerçekleşeceğini unuturlar. Çözümleri evrensel ve bölgesel gerçeklerde ararlar. Bunlar başarı için sadece zahirde görünen araçlardır. Oysa her sıkıntıyı kaldıracak, ızdırapları giderecek ‘Samed’ olan Allah’tır.

İnsan için her türlü sıkıntıdan kurtulmanın tek yolu 'bütün kuvvet ve onurun sahibi olan Allah'a sığınmaktır. Çünkü Rabbimiz, sıkıntı ve ihtiyaç içinde olup Kendisi'ne yönelen samimi kullarına icabet eder ve onların üzerindeki zorlukları, sıkıntıları kaldırır, kötülüğü açıp giderir. Neml Suresi'nde Allah'ın salih kullarına icabeti şöyle haber verilmiştir:Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, Kendisi'ne dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. (Neml Suresi, 62)

Vakit

Gerçeklere Gözlerini Kapayanların Çaresizliği

10:34 Edit This
İnkarcı sistemlerin peşinden cahilce koşan bazı insanlar, kendilerine içlerinde bulundukları küçültücü durum bilimsel olarak ispat edildiğine müthiş bir öfkeye kapılabilirler. Gururlarından geri adım atıp, yanıldıklarını itiraf edemeyenler, kendilerine doğruyu söyleyen müminlere karşı kin duymaya başlarlar. Allah, müminlere karşı kızgınlık duyan inkarcıların durumu şöyle bildirmektedir:
... Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışıyor, size zorlu bir sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi açıkladık; belki akıl erdirirsiniz. (Al-i İmran Suresi, 118)

İnkar edenlerin müminlere bu kadar büyük bir kin duymalarının en önemli nedenlerinden biri, onların Allah'a iman ediyor olmalarıdır. Tarih boyunca Allah'ın emirlerini yerine getiren, Allah'ın gönderdiği kitaplara ve elçilere itaat eden müminler inkarcıları kızgınlığa sürüklemişlerdir. Yeryüzünde inanan insanlar var oldukları sürece de inkarcılar bu rahatsızlığı duyacak ve bu öfkeyi taşıyacaklardır.

İnkarcılar Allah'ın varlığını ve üstünlüğünü görmezlikten gelmek isterler. Eğer herşeyin yaratıcısının Allah olduğunu, her olayın O'nun kontrolünde gerçekleştiğini kabul ederlerse kendilerinin de Allah'a itaat etmeleri gerektiği gerçeği ile yüzyüze geleceklerdir. Bu gerçekleri görmezlikten gelmeye çalışırken müminlerin varlığı tüm çabalarını boşa çıkarmaktadır. Müminler inkarcılara ve içinde bulundukları topluma Allah'ın herşeyin Yaratıcısı olduğunu, tüm gücün Allah'a ait olduğunu, dünyadaki yaşamın geçici, ölümün ise apaçık ve kaçınılmaz bir gerçek olduğunu, kısacası inkarcıların unutmaya çalıştıkları tüm gerçekleri hatırlatmaktadırlar. Bu yüzden inkarcılar yeryüzünde iman eden tek bir kişinin bile kalmasını istemezler. İşte bu nedenlerle de iman edenlere karşı düşmandırlar.

Bu düşmanlıklarını kendilerince ifade etmelerinin en kolay yollarından biri de müminlerin Allah yolunda yaptıkları hizmetlerin büyük başarılarını görmezlikten gelmeye çalışmalarıdır. Müminleri güçlü kılan ve yaptıkları işlerin neticesinde onları başarıya ulaştıran Allah’tır. Bu gerçek ayetlerde şöyle bildirilmektedir:
'Yardım ve zafer’ (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah'ın katındandır. (Ki bununla) İnkar edenlerin önde gelenlerinden bir kısmını kessin (helak etsin) ya da 'umutları suya düşmüşler olarak onları' tepesi aşağı getirsin de geri dönüp gitsinler.' (Al-i İmran Suresi, 126-127)

Müminlerin fikri mücadeleleri sonucunda inkarcı düşünceler birer birer yok olur. Çünkü Kuran bütün batıl sistemleri darmadağın edecek bilgiyi insanlara vermektedir. Kuran-ı Kerim ve Peygamberimiz’in (sav) sünneti ile yola çıkan samimi Müslümanlar, inançsızlığın tüm çıkışlarını kapatırlar. Allah’ın varlığının inkar edilemediği bu ortamda, inançsızlar ayette bildirildiği gibi ‘umutları suya düşmüşler olarak’ kalırlar. Fikren söyleyecekleri hiçbir şey kalmadığı için kendilerine yöntem olarak gerçeklere gözlerini ve kulaklarını kapamayı tercih ederler. Gerçekleri ortaya koyan milyonlarca bilimsel delilleri sanki görmüyorlarmış gibi kendi inkarcı sistemlerini inatla savunurlar. Ancak içinde bulundukları konumun kendileri için ne kadar aşağılayıcı olduğunun farkına varmazlar. İnatlarının şiddetinden dolayı, Allah’a iman edenleri küçümseme ahlaksızlığını gösterebilirler. Bu inkarcıların çok yaygın olarak yaptıkları bir ahlaksızlıktır. Ancak sahip oldukları düşünce ne olursa olsun bilim dünyasında meydana gelen her gelişme Allah’ın varlığının delillerine bir yenisini eklemektedir. Bu delillerin bir araya getirilip, insanların kör ve sağır kalmayı tercih eden kimseler tarafından aldatılmasına son verilmesi büyük bir hizmettir. Bu hizmetlerin etkisi ve başarısı Allah’ın yardımı iledir. Allah inanan kullarına yardım edeceğini şöyle bildirmektedir:
Şüphesiz biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatında ve şahidlerin (şahidlik için) duracakları gün elbette yardım edeceğiz. (Mümin Suresi, 51)
Andolsun, biz senden önce kendi kavimlerine elçiler gönderdik de onlara apaçık belgeler getirdiler; böylece biz de suçlu günahkarlardan intikam aldık. İman edenlere yardım etmek ise, bizim üzerimizde bir haktır. (Rum Suresi, 47)

Vakit

Adaletli Müslüman Türk Yöneticiler

10:28 Edit This
Allah, tarih boyunca Türk Milleti içerisinden pek çok sayıda adalet ile hükmeden yöneticiler çıkarmıştır. Müslüman Türkler’in, Balkanlar’dan Asya’ya, Afrika’dan Ortadoğu’ya kadar barış ve birlik getiren yönetiminin başarısı, Allah’ın Hac suresinde bildirdiği ahlaka yönelmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.
“Onlar ki yeryüzünde kendilerini yerleştirir iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, marufu emrederler, münkerder sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah’a aittir.” ( Hac Suresi, 41)

Türk Milleti’nin tarih boyunca kurduğu devletlerin sayısının 180’i bulduğu kabul edilir. Bu devletlerden 16 tanesi dünya tarihinde etkili rol oynamış çok güçlü devletlerdir. Türk Milleti her biri diğerinden güçlü olan bu 16 devletle ve bu devletlerin yönetiminde gösterdiği üstün kabiliyetle tüm dünya milletlerine tarih boyunca örnek olmuştur. Hakimiyeti altında yaşayan farklı etnik kökene mensup toplulukları, her birinin dil ve din farklılıklarına saygı göstererek, barış, huzur ve güvenlik içerisinde, asırlar boyunca birarada yaşatma becerisini göstermiştir. Aynı topraklar üzerinde hakimiyet kuran farklı devletler ise bu başarıyı sağlayamamış, söz konusu topraklarda bu kadar uzun süreli hakimiyetler yaşanmamıştır.

Selçuklu ve Osmanlı devletleri başta olmak üzere, Türk Milleti’ni bu coğrafyayla bütünleştiren ve güçlü kılan unsurları sadece askeri güçle açıklamak mümkün değildir. Anadolu’yu fetheden, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar dünyanın en karışık ve en hassas bölgesini asırlar boyunca hakimiyeti altında tutan güç, Türk Milleti’nin özünde var olan ve Türklerin İslam’ı kabul etmesiyle birlikte asıl kimliğini bulan ahlak anlayışıdır.

Kuran'da emredilen bu ahlakın başlıca özellikleri, dürüstlük ve mertlik, zulümden ve haksızlıktan uzak durmak, adaleti her zaman ayakta tutmak, hoşgörüden ve uzlaşmadan yana olmaktır. Bu özellikler nedeniyledir ki kendilerine tabi olan halklar da her zaman Müslüman Türklerin yönetiminden razı olmuş, hatta çoğu zaman kendi istekleriyle onların yönetimleri altına girmişlerdir. En kamil anlamda Osmanlı İmparatorluğu'nda tezahür eden bu adaletli yönetim sayesinde tüm Balkanlar'ı, Kafkasya'yı ve Ortadoğu'yu kapsayan coğrafyada, üç dine ve muhtelif mezheplere mensup, dilleri, kültürleri, ırkları birbirlerinden tamamen farklı milyonlarca insan asırlar boyunca hiçbir zulme maruz kalmadan huzur içinde yaşamışlardır.

Ancak günümüzde aynı topraklar üzerinde acı, gözyaşı, zulüm ve savaş bir türlü sona ermemektedir. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar'dan oluşan ve Türkiye'nin tam merkezinde yer aldığı "Osmanlı Coğrafyası" halen çok hareketli ve karışık bir yapıya sahiptir. Osmanlı Devleti'nin siyasi olarak varlığının ortadan kalkmasının ardından bu bölgede oluşan boşluk henüz doldurulamamış ve gerçek anlamda bir güven ortamı sağlanamamıştır. Bu durum aynı topraklarda asırlar boyunca örnek bir "birlikte yaşama modeli" uygulayan Müslüman Türk Milleti'ne dikkati çekmektedir. Ve bu modelin günümüzde ve gelecekte de sadece Müslüman Türk Milleti tarafından gerçekleştirilebileceği gerçeğini ortaya koymaktadır. Nitekim son yıllarda pek çok devlet adamı ve siyaset bilimci, başta Osmanlı Devleti olmak üzere, Türk devletlerinin başarıyla yürütmüş olduğu adil yönetim sistemini incelemektedir. Bu incelemelerdeki amaç ise, Türklerin gerçekleştirdiği sistemi temel alan, yeni bir yönetim modeli oluşturmaktır.

Dünya’ya örnek olan bu yönetim biçimi, hem vatanımızın hem de diğer milletlerin birlikteliği için bir güvenliktir. 1900’lü yıllarından başından bu yana savaşların ve çatışmaların sonu gelmemektedir. Ortadoğu’ya, Balkanlar’a ve Kafkasya’ya kalıcı barışın getirilebilmesinin, ancak bu tarihi ahlak mirası mümkün kılabilecektir. Adaletli Türk yöneticilerin liderliğinde oluşturulacak bir birlik hem çatışmaların sonunu getirip bölgelere kalıcı barış getirecek, hem de tüm ülkelerin güçlü bir ekonomik işbirliği içerisine girmeleriyle tüm halkların yaşam kalitesini yükseltecektir.

Türk Devleti yöneticilerinin unutmaması gereken konu, tarihi bir misyon yüklendikleridir. Bu misyon Türk Milleti’ni zirveye taşımak ve hak ettiği lider devletler arasına dahil etmektir. Dünya tarihinin en güçlü devletlerini kurmuş, tüm Akdeniz ve Ortadoğu coğrafyasına nizam vermiş olan Türk Milleti’nin aradığı çözüm ve çıkış yolları kendi tarihinde mevcuttur.

Vakit

İnsanı Allah’ın Dininden Uzak Tutmak İsteyen, Şeytandır

10:22 Edit This
Şeytanın amacı insanları Allah'ın dininden uzak tutmak ve kendi peşinden cehenneme sürüklemektir. Bu nedenle insanlar üzerinde, onları kandırabilmek ve tuzağa düşürebilmek için türlü yöntemler uygular. İnsanların çoğunu bu oyunlarıyla aldatır, onları kötü bir ahlaka sevk eder. İnsanları hak dinden uzaklaştırmak, onlara kendi sapkın sistemini yaşatmak istediği için kavramları birbirine karıştırmaya, güzel ahlakı çirkin, kötü ahlakı güzel göstermeye çalışır. Böylece güzel ahlaka dair bütün kavramları insanların yanlış algılamalarını sağlar. Şeytanın ve ona tabi olanların bu özelliği bir ayette şöyle vurgulanır:
Şeytanların kimlere inmekte olduklarını size haber vereyim mi? Onlar, 'gerçeği ters yüz eden', günaha düşkün olan her yalancıya inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler. (Şuara Suresi, 221-223)

Örneğin, sabretmek çok güzel bir ahlak özelliği iken, şeytan bu kavramı insanlara yanlış tanıtır. İnsanlar sabır kavramının güzel yönlerini hemen hemen hiç bilmez, çoğunlukla sabretmenin zor, sıkıntılı ve eziyetli bir his olduğunu zannederler. Sabır deyince akıllarına gelen, bir şeye katlanma zorunluluğundan kaynaklanan isteksiz bir bekleyiş, "tahammül"dür. Oysa sabır, Allah'ın rızası olan bir işte kararlı ve sürekli davranmak, vazgeçmemek, yılmamak, o işi sonuna kadar azimle götürmektir. Örneğin, her olay karşısında hoşgörülü olabilmek, kızgınlık oluşturabilecek bir ortam da olsa öfkeyi yenerek güzel söz söyleyebilmek ve her ne pahasına olursa olsun bunda kararlılık göstermek, yılmamak güzel bir sabır örneğidir.

Aynı zamanda sabır, Allah'ın vadettiği güzel bir sonucu sevinç ve özlemle beklemektir. Bu da şeytanın göstermeye çalıştığı gibi zor ve sıkıntılı bir şey değil tam aksine müminin şevk, heyecan ve neşesini artıran bir durumdur. Örneğin, bütün müminler ahirete karşı büyük bir istek ve özlem duymakta, cennete kavuşmayı şiddetle arzulamakta ve bunun için sabırla beklemektedirler. Herhangi bir konuda Allah'ın rızası için sabreden mümin, bunun karşılığını muhakkak Allah'tan bulacağını bilmenin mutluluk ve sevincini yaşar. Mümin kötü bir davranışla karşılaştığında da bunu sabırla karşılar. Yani öfke ya da yılgınlığa kapılmadan, Kuran'da emredilen en güzel tavır ve davranışı gösterir.

İnsanlar Allah'ın ayetlerine uymadıkları takdirde, şeytanın kontrolüne girerler. Böylece, kavramların manalarını Kuran'dan öğreneceklerine şeytanın telkinlerinden öğrenmeye başlarlar. Şeytan ise insanları "çirkin bir cesarete" yönlendirir. Çirkin cesaret, kişinin gözünü kırpmadan, hiçbir vicdani sıkıntı yaşamadan, nereye varacağını düşünmeden, pervasızca kötülükte bulunması, Allah hakkında bilgisi olmayan şeyleri söyleyebilmesi, tüm kainatı yaratan Rabbimizi ve ahiret gününü inkar edebilmesidir. Kuran'da çirkin bir cesaret gösteren insanlardan şöyle söz edilmiştir:
"Rahman çocuk edinmiştir" dediler. Andolsun, siz oldukça çirkin bir cesarette bulunup-geldiniz. Neredeyse bundan dolayı, gökler paramparça olacak, yer çatlayacak ve dağlar yıkılıp göçüverecekti. Rahman adına çocuk öne sürdüklerinden (ötürü bunlar olacaktı.) Rahman (olan Allah)a çocuk edinmek yaraşmaz. Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman (olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır. Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız, tek başlarına' geleceklerdir. (Meryem Suresi, 88-95)

Mümin ise Allah'tan korkar ve kötü bir ahlak göstermekten, Allah'ın sonsuz kudretini takdir edememekten şiddetle çekinir. Allah'ın ahirette kendisini hesaba çekeceğini, eğer dünyada kötü bir ahlak sergilerse veya Rabbimizin sonsuz kudretini gereği gibi takdir edemezse bunun hesabını ahirette veremeyeceğini düşünür.

Müslümanlar Psikolojik Mücadeleden Etkilenmezler

10:18 Edit This
Müslümanlara maddi-manevi zulüm uygulamaya çalışanlar, inananların bu zulümden asla etkilenmeyeceklerini anlayamazlar. Çünkü iman edenler onların bilmediği çok önemli bir gerçeği bilmektedirler. Geçmiş ve gelecek Allah katında yaratılmış ve yaşanmış olarak saklıdır. Herşey Allah’ın dilemesiyle gerçekleşir. Allah, bu gerçeğe iman eden Müslümanların üzerinde huzur ve güvenlik duygusu oluşturur. Bütün dünyanın orduları insanın arkasında olsa sahip olacağı huzur Allah’a dayanmanın getireceği huzurla asla bir olmaz. İnsan kendini kötülüklerden koruyamaz, ancak Allah onu korur ve esirger. Allah’a teslim olarak yaşamak, Müslüman’a endişesizlik ve korkusuzluk getirir. Hiç bir zorluk veya baskıdan yılgınlığa kapılmaz. Bu güç Allah’ın iman edenlere verdiği bir nimettir.

Allah, Enfal Suresi'nde Peygamberimiz döneminde yaşanan bir zorluk anında müminler üzerinde oluşturduğu manevi desteği şöyle haber verir:
Hani kendisinden bir güvenlik olarak sizi bir uyuklama bürüyordu. Sizi kendisiyle tertemiz kılmak, sizden şeytanın pisliklerini gidermek, kalblerinizin üstünde (güven ve kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz üzerinde) sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu. (Enfal Suresi, 11)

Ayette bildirilen "uyuklama bürüyordu" ifadesi kuşkusuz manevi bir uykuya işaret etmektedir. Allah, zorluk anında, samimi olanların üzerine böyle bir hal vermiş ve bu manevi desteğin sonucunda müminler huzur, güven ve kararlılık duygusunu yaşamışlardır.

Aslında bu huzur ve güven duygusu müminlerin tüm yaşamlarına hakimdir. Allah'a ve ahirete iman eden insanlar, Allah'ın herşeyin tek hakimi olduğunu bildikleri için zaten hiçbir olay karşısında paniğe kapılmaz, hüzne ve sıkıntıya düşmezler. Rabbimizin herşeyi kendileri için en hayırlı olacak şekilde, ahiretlerine en faydalı olacak şekilde yarattığını bilirler. "Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, ondan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler." (Al-i İmran Suresi, 160) ayetine kesin olarak iman eder ve tevekkülün manevi konforu içinde yaşamlarını sürdürürler. Karşılaştıkları zorluk ne kadar büyük gözükse de sonuçta geçici olduğunun bilincindedirler. Çünkü dünyadaki yaşamın sonsuz ahiret yaşamı yanında çok kısa bir zaman dilimi olduğunu unutmazlar. Dünyada karşılaşılabilecek bir zorluk insanın tüm yaşamını kapsasa bile en fazla 50-60 yıl sürecektir. 50-60 yıl tevekkül ve güzel ahlakla geçirilen bir ömrün, sonsuz cennet hayatında yaşadığı karşılık ise kuşkusuz benzersiz olacaktır. Cennette müminler hiçbir sıkıntı, hüzün, yokluk, bıkkınlık, zorluk yaşamayacak aksine sonsuz güzellikler içinde nefislerinin arzu ettiklerinin tümüne kavuşacaklardır.

İşte bu gerçeğin bilincinde olmak iman eden bir insanın her olay karşısında yılmaz ve sarsılmaz bir tevekkül yaşamasını sağlar. Bunun manevi huzur ve neşe duygusu da dünyadaki en büyük kolaylıklardan biridir.

Müslümanlara karşı psikolojik mücadele yürütmeye çalışanların elleri ise işte bu nedenlerle tamamen boş kalacaktır. Yanlarına sadece hayırlı insanlara zulmetmenin ahiretteki sorumluluğu kalacaktır. Bu tür insanlar aldıkları kararların kendi kararları, yaptıkları hareketlerin kendi hareketleri olduğunu sanırlar. Oysa büyük bir yanılgı içerisindedirler. Düşündükleri ve yaptıkları ancak Allah’ın kendilerine izin verdiği düşünceler ve hareketlerdir. Allah’ın dilemesi dışında parmaklarını dahi oynatamazlar. Bu acizliklerinin farkında olmayanlar, iman edenlere karşı mücadele etmekle yalnızca Müslümanlar’ın cennetlerini parlattıklarının da farkında değildirler.

Unutulmamalıdır ki, tüm kalpler ve tüm güç Allah'ın elindedir. Allah dilediği an dilediği olayı, dilediği şekilde yaratır. Huzur ve güven arayan insan, Allah vermedikçe, hiçbir yolla buna ulaşamaz. Dinin insanlara getirdiği kolaylık, insanın herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğunu bilmesidir. Her işinde Allah'a yönelen, her işinin karşılığını sadece Allah'tan bekleyen insan, daima Allah'ın yardımını ve desteğini çeşitli yollardan yanında bulacaktır.
Hayır, sizin mevlanız Allah'tır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi, 150)

Vakit

Namaz Kılmayı Engelleyenler

10:13 Edit This
İyilikte bulunan, insanlara iyiliği tavsiye eden kişi, çevresinde bulunan gizli kötülerin dikkatini çekecek ve iyilikten uzaklaştırılmaya çalışılacaktır. Bu durum bugüne kadar belki binlerce kez tecelli etmiş, tarih boyunca yaşamış her Müslüman güzel ahlakı yaşamaktan ve başkalarına tavsiye etmekten men edilmeye çalışılmıştır.

Namaz kılmaya başlayan bir insan Kuran ahlakının yaşanmadığı bir toplumda mutlaka birileri tarafından engellenmeye çalışılır. "Daha gençsin, boşver, ileride kılarsın", "Günahın boynuma" gibi sözlerle alıkonulmak istenir. Oysa namaz, Allah'ın bir emridir. Engellenmeye çalışılması yerine teşvik edilmesi gereken bir ibadettir. Allah insanları bu güzel ibadetten uzaklaştırmaya çalışanlarla ilgili Kuran'da şöyle buyurmuştur:
Engellemekte olanı gördün mü? Namaz kıldığı zaman bir kulu. Gördün mü? Ya o (kul) doğru yol üzerinde ise, a da takvayı emrettiyse. Gördün mü? Ya (bu engellemek isteyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise. O, Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu? Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; o yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri çağıracağız. Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) secde et ve yakınlaş. (Alak Suresi, 9-19)

Şeytan, gerçeği gören, dünya hayatının geçici yüzünü fark eden, Kuran ahlakını yaşayan ve ahirete yönelen tek bir kişinin dahi ortaya çıkmasını istemez. Bu nedenle Kuran'a uymaya titizlik gösteren kişinin üzerine kendi yandaşlarını musallat eder ve onu yıldırmaya, korkutmaya ve olumsuz yönde etkilemeye çalışır. Şeytan bu faaliyeti doğrudan telkin ve vesvese yoluyla yürüttüğü gibi insanlar içinde etkisine aldığı ve dost edindiği kimseler vasıtasıyla da sürdürür. Allah, şeytanın bu yönteminin iman edenler için bir etkisi olmadığını şöyle belirtir:
İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Ben'den korkun. (Al-i İmran Suresi, 175)

Cennete girmeyi uman her mümin, geçmişte inananların yaşadığı zorluklarla denenecektir. Bu noktada kişi kalbini Allah'a bağlayacak, O'na güvenecek, kararlı ve cesur olup, bütün bunların imtihan ortamının doğal akışı olduğunu bilecektir. Bir insanın böyle bir durumda herhangi bir mazeret öne sürerek dininden, güzel ahlakından taviz vermesi ise son derece çirkin, samimiyetsiz ve kişiliksiz bir davranış olur. Eğer kişi samimiyse, çekineceği hiçbir şey yoktur. Allah onu koruyacak, işlerini kolaylaştıracaktır. Nitekim Allah ayetlerinde her zorlukla beraber bir kolaylığın olduğunu ve insanlara güçlerinin üstünde bir şey yüklenmeyeceğini müjdelemektedir:
Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 5-6)

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki Biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır. Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara: "İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir" diye seslenilecek. (Araf Suresi, 42-43)

Vakit

Kuran’a Göre Cesaretli Olmak

10:10 Edit This
Müminlerin cesaretinin kökeninde tamamen Allah sevgisi, Allah korkusu ve Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik samimi bir çaba bulunmaktadır. Bu yüzden güzel ahlakı yaşama konusundaki cesaretleri belirli şartlara bağlı değildir. Her ortamda ve her durumda mümin Allah'a güvenmenin getirdiği cesaretini korur.

İnanmayanların sergiledikleri cesaret örneklerinde ise maneviyatın yerini yalnızca çıkarlar ve dünyevi hırslar almaktadır. Bu yüzden Kuran'dan uzak insanlar cesaret kavramını yanlış alanlarda uygulamaya geçirirler. Asıl cesaret göstermeleri gereken konularda ise geride kalabilirler. Bu nedenle bu kişilerin gösterdikleri cesaret gereksiz, anlamsız ve ahiretleri açısından da yararsız bir cesaret olmaktadır.

Allah korkusu taşıyan insanlar vicdanen cesaret göstermeleri gereken bir olayda, o olayı görmezlikten gelerek kaçmayı vicdanlarına sığdıramazlar. Örneğin, bir kişi suçsuz olduğu halde suçlanıyorsa ve bir mümin de onun suçsuzluğuna şahitse, kendi çıkarlarına ters de düşse, kendini riske de atsa bu kişinin hakkını Allah'ın rızası için savunur.

Kuran'a uygun bir cesaret, Allah'tan başka hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmamayı, Allah rızasına en uygun davranışı yapmakta hiç tereddüt göstermemeyi ve kararsızlıkta bulunmamayı da gerektirir. İman edenlerin en önemli özelliklerinden biri, hiçbir zorluk karşısında yılmamaları, Allah'tan başka hiç kimseden ve hiçbir şeyden korkmamalarıdır. Onlar Allah'tan başka bir güç olmadığını bilirler. Bu da, onlara her türlü korkuyu yenecek cesareti verir. Onlar bir tek Allah'tan korkarlar. Kuran'da müminlerin bu örnek tavrı şöyle açıklanmaktadır:
Ki onlar, Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Ahzap Suresi, 39)

Kötülükten hoşlanan, kötü davranışlarda ısrarlı olan ve başkalarının da kendileri gibi kötü olmalarını isteyen insanların kurdukları şer ittifakını dağıtmak, yeryüzünde iyiliğin hakim olmasına çalışmak peygamberler ve onların yanındaki salih müminler kadar cesur olmayı gerektirir. Bu cesaretin kaynağında da samimi ve şirkten arınmış bir iman yer alır.

Kuran ahlakından uzak bir toplumda ise, vicdanının sesini dinleyip hakkı çiğnenen birini savunan kişi, çevresindeki insanlar tarafından "Sen onun avukatı mısın?", "Onu savunmak sana mı kalmış?" gibi sözlerle küçük düşürülüp vazgeçirilmeye çalışılır. Oysa yaptığı, takdir edilmesi gereken bir güzel ahlak özelliğidir. Böyle bir durumla karşılaşan kişi de din ahlakından uzak bir insansa, çevresinden tepki almayı, kendi çıkarlarını kaybetmeyi göze alamaz. Ama eğer bu kişi Allah'a iman eden ve Kuran'a uyan bir insansa Allah'ın emrettiği ahlakı uygulama konusunda asla bir çekimserlik göstermez.

Söz konusu kişi vicdanının sesini dinleyip en sıkıntılı anında bile hakkı savunma cesaretini gösterir. Bir kötülükle karşılaştığı zaman ayette emredildiği gibi iyilikle karşılık vermek için çalışır. Bu yüzden Kuran ahlakını yaşamayan insanlar tarafından "saflıkla" suçlanabilir, küçük görülebilir. Ama etrafındaki kişiler onun bu davranışını yadırgasa da o güzel ahlakı seçer. Nitekim, kınayanın kınamasından korkmamak, cesur ve kararlı olmak Kuran'da bir güzel ahlak özelliği olarak örnek verilmiştir:
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu, ' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)

Vakit

Kornea Allah’ın Yaratma Sanatının Delillerindendir

10:06 Edit This
Göz, ışığın girdiği öndeki çıkıntı dışında, küre biçimindedir. Bu kürenin en dışında göz akı denen sert, çok dayanıklı ve süt gibi donuk beyaz renkli bir katman bulunur. Göz akı, gözü çepeçevre kuşatır ve göz içindeki dokuların korunmasını sağlar. Gözün ortasındaki renkli bölümü çevreleyen beyazlık da bu katmanın görünen bölümüdür. Göz akı, yumuşak ve jölemsi bir yapıya sahip olsaydı gözün korunması gerektiği gibi sağlanamayacaktı. Ayrıca göze toz veya herhangi bir yabancı madde kaçtığında bu cisim göze yapışacağı için çıkarması zorlaşacak, büyük zararlar verecekti. Oysa göz akı sert olduğu için gözyaşının da yardımıyla yabancı maddeler kolaylıkla gözden temizlenir. Göz üzerindeki sert ve dayanıklı beyaz dokunun yapısı, gözün önündeki çıkıntılı bölüme gelince değişir. Bu çıkıntılı bölüm kornea denilen, ışığı geçiren saydam bir tabakadan oluşur. Birbirlerinin devamı oldukları halde göz akı ve korneanın yapıları tamamen farklıdır ve kesin bir sınırla ayrılırlar. Göz akı bir binanın dış cephesini kaplayan sert granit kaplamaya, gözün önündeki şeffaf kornea da bu binanın penceresine benzetilebilir. Eğer korneayı oluşturan ince doku gözün bütününü kaplasaydı göz dış etkilere karşı son derece savunmasız ve güçsüz kalacak, sonuç körlük olacaktı. Eğer göz akını oluşturan sert ve mat doku gözün önündeki saydam tabaka üzerinde devam etseydi, ışık merceğe ulaşamayacak ve görüntü oluşamayacaktı. Ama bunların hepsi kusursuzca ayarlanmış ve insan gözü çok korunaklı ve sağlam bir şekilde var edilmiştir. Bütün bunlar Allah'ın benzeri olmayan sanatının delillerindendir.

Nesneleri net görebilmek için korneanın her zaman saydam ve çok duyarlı olması gerekir. Çünkü saydamlığını yitirdiği anda göze yeterince ışık giremediği için görüntü bulanıklaşır. Gözün dışarıya açık olan bölümündeki bu katmanın çok duyarlı olması da göze kaçan küçük bir toz parçasının bile hemen fark edilip temizlenmesini sağlar. Korneanın bu derece saydam olmasının sebebi, kendisini oluşturan liflerin hassas bir düzen içerisinde sıralanmalarıdır. Bu sıralanmaya yapılacak herhangi bir müdahale korneanın kararmasına ve görüntünün bulanıklaşmasına sebep olur. Fotoğraf makinesi için objektif ne kadar önemliyse göz için de kornea aynı önemi taşır. Dahası kornea o kadar şeffaftır ki, ancak çok yakından dikkatle bakıldığında görülebilir. Aynı zamanda vücuttaki en hassas yapılardan biridir. Kornea yüzeyi gözle görülmeyen sinirlerden ve lenf damarlarından oluşur. Ancak bunlar görüntüyü bozmazlar. Bu sinirler en hafif dokunuşa veya dokunma tehlikesine karşı harekete geçip, reflekslerle göz kapağı gibi koruyucu mekanizmaları yardıma çağırırlar. Göz kapağı, kornea üstüne yapışan herhangi bir şeyi derhal dışarı atar ve göz kapağının kapanması korneayı diğer muhtemel tehlikelerden korur. Korneayı oluşturan liflerin ve sinirlerin son derece hassas olmaları yine üstün bir yaratılışın delilidir. Kornea bir anlamda arkasında gözün çalıştığı bir penceredir. Rüzgarın savurduğu bir kum tanesi veya talaş parçası korneayı çizebilir. Kornea bu tür sebeplerle çizilirse ya da hasara uğrarsa kendi kendini tamir edebilir. Gözün hızlı bir kendini yenileme kabiliyeti vardır. Korneanın netliği tam olarak sağlanmasaydı hiçbir zaman düzgün bir görüntüyle muhatap olunamayacak, insan devamlı olarak bulanık görecekti. Böyle bir görüntü olsaydı dünya, elbette şu anda olduğundan çok farklı olacak, herşey puslu bir perde arkasından izlenecekti. Bu yüzden dış dünyayı bu incecik canlı tabakanın izin verdiği netlikte izleyebiliriz. Canlı bir et parçasının bir cam kadar şeffaf ve saydam olması Allah'ın çok üstün bir yaratış delilidir. Dünyaya liflerden ve damarlardan oluşan canlı bir dokunun arkasından baktığımız halde, herşeyi bu kadar net görmemiz Allah'ın sanatı ve lütfudur.

Vakit

İnsan Bedenindeki Muhteşem Mühendislik İlmi Allah’a Aittir

10:03 Edit This
İskelet başlı başına bir mühendislik harikasıdır. Vücudun yapısal destek sistemidir. Aynı zamanda beyin, kalp, akciğer gibi hayati organların korumasını yapar, iç organlara destek olur. İnsan vücuduna, hiçbir yapay makine tarafından taklit edilemeyen üstün bir hareket kabiliyeti verir. İskeleti oluşturan kemikler de üstün bir yapıya sahiptirler. Örneğin; uyluk kemiği, dikey durumda bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Nitekim atılan her adımda bu kemiğimize, vücut ağırlığımızın üç katı kadar bir yük binmektedir. Hatta sırıkla yüksek atlama yapan bir atlet yere inerken kalça kemiğinin her santimetrekaresi 1400 kiloluk bir basınca maruz kalır. Peki kemik denen ve bir tek hücrenin bölünmesi sonucunda ortaya çıkan bu yapıyı, bu kadar kuvvetli kılan nedir? Sorunun cevabı kemiklerin eşsiz yaratılışında gizlidir. Bu benzersiz yaratılış sayesinde kemikler, hem son derece sağlam, hem de rahatlıkla kullanılabilecek hafifliktedirler. Eğer aksi olsaydı, yani kemiklerin içi, dışı gibi sert ve tamamen dolu olsaydı, hem kemik ağırlığı insanın taşıyabileceğinin çok üzerinde olurdu, hem de kemiğin yapısı gevrek ve sert olup en küçük bir darbede çatlama ve kırılma yapardı. Kemiklerimizin bu mükemmel tasarımı, bizim son derece rahat bir hayat sürmemizi, çok zor hareketleri kolaylıkla ve hiç acı duymadan yapabilmemizi sağlamaktadır.

Kemiğin yapısının bir başka özelliği de vücudun gerekli bölgelerinde esnek bir yapıya sahip olmasıdır. Örneğin göğüs kafesi; kalp ve akciğer gibi hayati organları korurken, bir yandan da akciğerlere havanın dolmasını ve boşalmasını sağlayacak şekilde genişler ve büzülür. Kemiklerin esneklikleri zamanla değişebilir. Örneğin kadınlarda leğen kuşağı kemikleri, hamileliğin son aylarına doğru gevşer ve birbirlerinden biraz ayrılırlar. Bu son derece önemli bir ayrıntıdır, çünkü bu gevşeme sayesinde bebeğin başı doğum sırasında ezilmeden dışarı çıkabilir. İskeletin bu hareket kabiliyeti Allah'ın sonsuz şefkatinin birer tecellisidir.

Her adım atışımızda omurgamızı oluşturan omurlar birbiri üstünde hareket ederler. Bu sürekli hareket ve sürtünme, omurların aşınmasına sebebiyet verecekken bu tehlikeyi önlemek için her bir omur arasına disk denen dayanıklı kıkırdaklar yerleştirilmiştir. Bu diskler amortisör görevi yaparlar. Dahası her adım atışta, vücut ağırlığından kaynaklanan bir tepki kuvveti yerden vücuda gelir. Bu kuvvet, omurganın sahip olduğu amortisörler ve "kuvvet dağıtıcı" kıvrımlı şekli sayesinde, vücuda zarar vermez. Eğer tepkiyi azaltan esneklik ve özel yapı olmasa, ortaya çıkan kuvvet direk kafatasına iletilirdi ve omurganın üst ucu, kafatası kemiklerini parçalayarak beynin içine girerdi.

Tüm bu detaylar Allah'ın üstün yaratışının delillerindendir. Allah kullarını sevendir, onlara acıyan, merhamet eden, şefkatini tecelli ettirendir. Yarattığı her nimet, insanın rahat etmesi içindir. Allah insanı aynı zamanda en güzel, en estetik, göze en çok zevk veren şekilde var etmiştir. İnsan bedenine yalnızca dıştan bakıldığında dahi Allah'ın mükemmel sanatı hemen görülebilir. Mümin Suresi'nde şu şekilde bildirilmektedir:
Allah, yeryüzünü sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne Yücedir. (Mümin Suresi, 64)

Kemiklerin birbirlerine eklendikleri yerlerde de çok üstün bir yaratılış söz konusudur. Eklemler bir ömür boyunca hareket ettikleri halde yağlanmaya ihtiyaç duymazlar. Çünkü eklemlerin sürtünme yüzeyleri, ince ve gözenekli bir kıkırdak tabakasıyla kaplanmıştır ve bu tabakaların altında koyu ve kaygan bir sıvı bulunur. Kemik, eklemin bir yerine baskıda bulunursa bu sıvı, gözeneklerden dışarı fışkırır ve eklem yüzeyinin "yağ gibi" kaymasını sağlar. İnsan bu mükemmel tasarım sayesinde birbirinden çok farklı hareketleri büyük bir hız ve rahatlık içinde yerine getirir. İnsanın iskeleti, vücudunun her hareketine kolaylıkla izin verecek bir yapıdadır. İskeletin sahip olduğu tüm özellikleri kullarına karşı çok merhametli olan Rabbimiz yaratmaktadır. Allah, Kuran'da şöyle bildirir:
... Kemiklere de bir bak nasıl biraraya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?... (Bakara Suresi, 259)

Vakit

Allah Adalet Yapanları Sever

09:50 Edit This
Allah adalet yapanların en hayırlısıdır. O'nun düzeni tüm kainatı kuşatmıştır. O, adaletini dünyada ve ahirette kullarına gösterecektir. Herşeyi hakkıyla gören, herşeyin içini dışını bilen, herşeyden haberdar olan Allah'ın tüm işleri hikmetli ve adaletlidir.

İnsanların yaşamları boyunca işledikleri tüm fiiller muhakkak Allah'ın adaletine göre değerlendirilecektir. Zulüm yapanların zulümlerinin elbette karşılıksız kalmayacağını, iyi tek bir sözün bile mükafatının verileceğini, Allah Kuran'da bize haber vermektedir. Tüm bunların adilce değerlendirileceği yer ahirettir; Allah'ın sonsuz adaletinin tecelli edeceği yer.

Dünya hayatında inkarcıların peygamberlere ve müminlere çıkardıkları zorluklar, attıkları iftiralar, işledikleri günahlar elbette karşılıksız kalmayacaktır. Müminlerin cennetteki derecelerini yükselten tüm bu zorluklar, inkarcıların da cehennemin en alt tabakalarında bulunmalarına vesile olacaktır. Allah hesap gününde son derece duyarlı terazilerle hiç kimseyi haksızlığa uğratmayacak, dünyada onlara verdiği sürenin sonunda sonsuz adaletine uygun olarak hesabını çok seri olarak görecektir. Şüphesiz Allah herşeyi bilen ve vaadine en sadık olandır. İnsanlar dünyada yaptıklarının karşılığını ahirette muhakkak göreceklerdir. Böylece inkarcılar, içinde yaşadıkları inkarın, en acı şekilde karşılığını bulacak, Allah'a imanlarında ve bağlılıklarında kararlı olanlar ise yaptıklarının karşılığını en güzeliyle, dünyada ve ahirette Allah'tan alacaklardır. Ayette şöyle buyrulur:
Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahdine vefa gösterirse, artık O da, ona büyük bir ecir verecektir. (Fetih Suresi, 10)

Ancak burada üzerinde önemle düşünülmesi gereken bir nokta vardır. Allah'ın adaletini düşünürken kesinlikle bir insanın adalet anlayışıyla kıyaslama yapılmamalıdır. Çünkü inkar eden bir insan isteklerine ve zaaflarına uyabilir, adaleti gözetirken duygusallığa kapılabilir, bir konu hakkında yanlış hükümler verebilir ve yapılanları unutabilir. En önemlisi de karşısındakinin içinden geçirdiklerini bilmesi mümkün değildir. Allah ise asla yanılmaz ve asla unutmaz. Her insan için onun her hareketini gözetleyen ve kaydeden melekler tayin etmiştir. Bu melekler insanların hem içinden geçeni, hem de tüm eylemlerini yazarlar. Sonuç olarak Allah insanın ruhuna tamamıyla hakimdir. En adaletli hüküm verecek olan da Rabbimiz'dir. İsra Suresi'nin 71. ayetinde, Allah'ın sonsuz adalet sahibi olduğu şöyle haber verilmektedir:
Her insan-grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir 'hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile haksızlığa uğratılmazlar. (İsra Suresi, 71)

Yapılan tüm kötülüklerin, inananların aleyhine kurulan örgütlenmelerin, hazırlanan tuzakların karşılığı en küçük ayrıntısına kadar ahirette verilecektir. Allah inkarcılara, dünya hayatında aslında yalnızca onların kötülüklerini artırmaya neden olacak mal, mülk, zenginlik ve bunun gibi birçok imkan verebilir. Allah ayetlerinde bunlara aldanılmaması gerektiğini bildirmiştir. Çünkü kısacık dünya hayatının menfaatinin, ahirettekinin yanında hiçbir anlam ve öneme sahip olmadığı şüphe götürmez bir gerçektir. Hele sonsuz bir cehennem inkarcılara gittikçe yaklaşıyorken...

Asıl yurt olan ahirette her nefis yaptıklarını karşısında hazır bulacaktır. Allah sonsuz adaletinin tecellisini kullarına, cennetinde ve cehenneminde sonsuza kadar gösterecektir. Allah en sonunda Kendisi'ne inananlarla inanmayanların arasını hak ile ayıracaktır.

Allah samimi Müslümanların üzerinde ‘Adil’ sıfatını tecelli ettirir. İnananlar yaptıkları her davranış, içlerinden geçirdikleri her düşünce için Allah’a hesap vereceklerini bildiklerinden ve Allah korkularından dolayı adil davranırlar. Kuran ayetlerinde iman edenlerin adalet konusundaki titizliklerini şöyle bildirmiştir :
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever. (Mümtehine Suresi, 8)

Vakit

Allah Affedicidir

09:44 Edit This
Allah’ın sonsuz şefkati ve merhameti insanlar için çok büyük bir nimettir. Çünkü insan gaflete düşebilen, unutkan, yanılabilen, hata yapabilen bir varlıktır. Allah, sonsuz merhameti ile insanlar için, her zaman hatalarından dolayı bağışlanma dileme ve tevbe etme imkanı tanımıştır. Allah’ın azabına uğrama korkusu ile samimi olarak günahlarının affedilmesini isteyen her insan Allah’ın kendisini bağışlamasını umabilir. Zira Kuran'da bildirildiği gibi, "Allah tevbeleri kabul etmek ister". (Nisa Suresi, 2) Allah bir ayetinde affediciliğini şöyle bildirir:
Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah’tan bağışlanma dilerse Allah’ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur. (Nisa Suresi, 110)

İnsana en yakın olan daima Allah’tır. Yani insan dilediği zaman Rabbimize yönelebilir, dilediği anda Allah’tan bağışlanma dileyip, yardım isteyebilir. Allah insanın sinesinde gizlediklerini dahi bilen, herşeyden haberdar olandır. Bundan dolayı af dileyen bir insan, Allah’ın kendi samimiyetini kesin olarak bildiğini düşünmelidir. Sadece dil ucuyla bağışlanma dileyen ve hatasına tekrar tekrar dönen bir insan tabiki samimi olarak yaptığından pişmanlık duyup, bağışlanma dileyenle bir olmaz.

Allah bağışlayıcılığı ile insanlara hayatları boyunca sürekli olarak yeni fırsatlar verir. İnsanın tek yapması gereken hatasından bir daha dönmemek üzere vazgeçmesi ve ölüm anı gelmeden evvel, vicdanının sesini dinleyerek tevbe etmesidir. Allah, yalnızca samimiyetsiz insanların tevbelerinin kabul edilmeyeceğini bir ayetinde şöyle bildirir:
Tevbe; ne kötülükleri yapıp- edip de onlardan birine ölüm çatınca: "Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır. (Nisa Suresi, 18)

Allah'ın insanların günahlarını bağışlayan olması, cezalarını ertelemesi ve onlara hayatları boyunca her an yeni bir imkan daha vermesi insanlara çok büyük bir lütfu, rahmetinin ve merhametinin bir tecellisidir. Eğer insanlar günahları nedeniyle hemen sorgulanarak cezalandırılsalardı, Allah'ın bildirdiği gibi yeryüzünde canlı hiçbir varlık kalmazdı:
"Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilir, ne de öne alınabilirler." (Nahl Suresi, 61)

Dolayısıyla, insanlar hataları veya günahları ne olursa olsun, hiçbir zaman Allah'ın razı olduğu gibi bir kul olabilmek için geç kalmış değildirler. İnsan yaşamı boyunca ne kadar hata yapmış olursa olsun, dinden ne kadar uzak yaşamış olursa olsun samimi olarak tevbe ettiği ve salih bir kul olduğu takdirde geçmişte yaptığı hataları düşünmesine gerek yoktur. Geçmişte yaşayan insanlar için ancak bir ibret vesilesi, aynı hatalara tekrar dönmemek, benzerlerini bir daha yapmamak için öğüt alması gereken hatıralardır. Allah uyarı gelip doğru yolu bulduktan sonra salih kullarını geçmişlerinden sorumlu tutmayacağını Kuran'da haber vermiştir:
…Allah geçmişte olanı bağışladı. Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öc alacaktır. Allah üstün ve güçlü olandır, öc sahibidir. (Maide Suresi, 95)
O inkar edenlere de ki: "Eğer vazgeçerlerse geçmişte (yaptıkları) şeyler bağışlanacaktır. Ama yine dönecek olurlarsa, önceki (toplumlara uygulanan) sünnet, muhakkak (onların başından da) geçmiş olacaktır. (Enfal Suresi, 38)

Kuşkusuz bu, Allah'ın dinde insanlara lütfettiği büyük bir kolaylıktır ve sonsuz rahmetinin bir tecellisidir. Müminlerin, Allah'ın bu rahmeti ve bağışlayıcı olması üzerinde bir daha düşünerek Allah'ın rızasına uygun yaşamaları gerekir. Çünkü Allah'ın kendilerine verdiği bu nimet ahiretlerinin kurtulmasına vesile olacaktır.

Vakit

Her Yanımıza Saran Olağanüstü Canlılar

09:36 Edit This
Evinizde tek başınıza oturuyorsunuz. Acaba gerçekten yalnız mısınız?
"Tek başımayım" dediğiniz bir anda bile aslında oldukça fazla sayıda canlı ile berabersiniz. Vücudunuzda sizinle birlikte yaşayan ve sizi sürekli olarak koruyan kimi zaman da hastalanmanıza neden olan bakteriler, oturduğunuz koltuktan halınıza, soluduğunuz havaya kadar her yere yayılmış durumdaki akarlar, mutfağınızda birkaç gündür dışarıda beklettiğiniz yiyeceklerde üremeye başlayan küf ve mantarlar… Bunların hepsi kendi yaşam şekilleri, beslenme sistemleri ve çeşitli özellikleri ile apayrı bir alem oluştururlar.

Belki de şimdiye kadar etrafınızdaki insan-hayvan-bitki üçlüsünün canlılığı oluşturan yegane topluluklar olduğunu düşünüyordunuz. Ancak yeryüzünün her yanına yayılmış olan bu gizli dünyanın üyeleri, mikroorganizmalar, diğer canlılardan çok daha geniş bir popülasyona sahiptirler. Bir sayı vermek gerekirse bu minik canlılar, yeryüzündeki hayvanların 20 katı kadardırlar. Yeryüzünün her yanına yayıldıkları gibi, insan yaşamı için de vazgeçilmez bir öneme sahiptirler.

Bu canlıların isimleri sizin için kuşkusuz tanıdıktır, ama sizinle ne kadar içiçe olduklarını çoğu zaman detayları ile bilmezsiniz. Örneğin dünya üzerinde yaşamın oluşumunu sağlayan temel öğelerden bir tanesi olan azot döngüsü, bakteriler tarafından sağlanır. Bitkilerin topraktaki mineralleri alabilmelerini sağlayan en önemli unsur ise kök mantarlarıdır. Salata veya et gibi nitrat içeren besinlerden zehirlenmenizi, dilinizde bulunan bakteriler önlerler. Aynı zamanda bakteriler ve algler (su yosunları), dünyada canlılığın varolmasının temel unsuru olan fotosentez yapabilme yeteneğine sahiptirler ve bu görevi bitkilerle paylaşırlar. Bazı akar türleri organik maddeleri parçalayarak besinleri bitkilerin kullanabileceği hale dönüştürebilirler. Kısacası, bu mikro canlılar yeryüzündeki yaşam dengesinin önemli bir unsurudur. Bu canlıların bir kısmı aynı zamanda hastalıkların da ortaya çıkış sebebidir. Vücudumuzdaki bağışıklık ve savunma sistemi bu canlılarla savaşmak için vardır. Kimi tıbbın henüz keşfedemediği yöntemler geliştirip büyük bir hızla vücudumuzda yayılırken, kimisi de insanın yaşamına bir anda ya da yavaş yavaş son verebilir. Bazıları başka bir canlıdan faydalanmak karşılığında ona fayda sağlayabilir, yani simbiyotik bir yaşam (ortak-yaşam) sürebilir. Bazıları ise biraraya gelir, karar verir, plan yapar, organize olur ve son derece hassas işlemler gerçekleştirebilir. Bütün bunları yapanlar; gözle görülür hiçbir varlık belirtisi göstermeyen ve genellikle tek bir hücreden ibaret olan mikro canlılardır.

Bu mikro canlıların çevremize nasıl bir hızla yayıldıklarını bilmek bir insanı hayrete düşürmeye yeterlidir. Bunu anlamak için şöyle bir örnek verilebilir: Yapılan bir araştırmaya göre bir çiftlik toprağının 0,5 hektarlık bir alanında yaklaşık olarak birkaç ton canlı bakteri, yaklaşık 1 ton mantar, 100 kg. tek hücreli protozoan hayvanı, yaklaşık 50 kg. maya ve aynı miktarda alg (suyosunu) olduğu hesaplanmıştır.

Bu canlıların özelliklerini bilmek ve bu alemin içine girmek aslında son derece önemlidir. İnsanların bir kısmı gözle görülmeyen bu canlıların son derece basit varlıklar olduklarını zannetmektedir. Bu nedenle de bunların yetenek ve güçlerinin farkında bile değildirler.
Tamamen bir aldatmacaya dayalı olan evrim teorisinin takipçileri de insanların bu bilgi eksikliklerinden faydalanır ve bu canlıların kompleks özelliklerini pek fazla dile getirmezler. Kimi zaman bakterilerin gerçekleştirdiği son derece akılcı bir işi görmezden gelir, bir virüsün insan bedenini şuurlu istilasını açıklamaya bile ihtiyaç duymazlar.

Bu minik canlılar birarada çalışan kompleks sistemlere sahiptirler ve evrimciler bu kompleks sistemlerin nasıl bir anda ortaya çıktığını açıklayamazlar. Bu organizmalar, kar taneleri gibi estetik formlara sahiptirler, ama evrimciler, sanatın, bu canlıların yapısında neden bulunduğuna da anlam veremezler. Bu kadar bilinmeze ve cevapsız soruya rağmen, evrimciler dogmatik anlayışları çerçevesinde, hikayeler, senaryolar, teoriler ortaya koymuşlardır. Ancak bunların bilimsel gerçeklerle hiç ilgileri yoktur. Tek bir hücrede sergilenen akıl ve sanat, kuşkusuz, küçücük bir varlığa bu muhteşem özellikleri veren Allah'ın yarattığı mucizeleri ve O'nun sonsuz ilmini görmek için büyük bir fırsattır. Bir ayette şöyle buyrulur:Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Sebe Suresi, 3)

Vakit

Evrim Teorisi Neden Hayali bir Teoridir? -2-

09:33 Edit This
Önceki yazımızda bilimin belirli bir konuda edinilen delillere dayanarak sonuca varması gerektiğinden bahsetmiştik. Bu amacın gerçekleşebilmesi için araştırmalar sabit bir fikir doğrultusunda değil, objektif, yalnızca gerçekleri ortaya çıkarma gayesiyle yapılmalıdır. Bir evrimci ise sabit fikirlerle yola çıkar ve edindiği yeni bilgileri bu fikirlerine uydurmaya çalışır. Eğer uymuyorsa mantıksız nitelendirilmesine çarptırılmak pahasına bilim dışı, masalsı teorilere yönelir.

Darwinistler evrim teorisini bir bilim olarak sunabilmek için pek çok unsura ihtiyaç duyarlar. Bilimsel deliller aksini gösterse bile peşinen bu unsurlara ihtiyaçları vardır çünkü teori onları bir çıkmaza ulaştırmıştır. Canlılığın ilk basamağı olan proteinlerin nasıl oluştuğu bu çıkmazlardan biridir. Evrimciler proteinin şans eseri oluşmasına ihtiyaç duyarlar. Düşünmek gerekir; ilkel dünya gibi olabilecek en kontrolsüz ortamda "ilk" protein molekülü, acaba evrimcilerin iddialarına göre tesadüfen nasıl oluşmuş olabilir? Aminoasit dizilimi, her türlü olumsuz etkinin varolduğu ilkel dünya şartlarında nasıl "tesadüfen" gerçekleşmiş olabilir?

Tek bir proteinin oluşması da yetmeyecek, bu kontrolsüz ortamda başına hiçbirşey gelmeden kendi gibi aynı şartlarda tesadüfen oluşacak başka bir molekülü daha beklemesi gerekecek... Ta ki hücreyi meydana getirecek milyonlarca uygun ve gerekli protein hep "tesadüfen" aynı yerde yanyana oluşsunlar. Önceden oluşanlar o ortamda ultraviyole ışınları, şiddetli mekanik etkilere rağmen hiçbir bozulmaya uğramadan, sabırla binlerce, milyonlarca yıl hemen yanıbaşlarında diğerlerinin tesadüfen oluşmasını beklemeleri gerekmektedir. Sonra yeterli sayıda ve aynı noktada oluşan bu proteinler anlamlı şekillerde biraraya gelerek hücrenin organellerini oluşturmalılar. Aralarına hiçbir yabancı madde, zararlı molekül, işe yaramaz protein zinciri karışmamalıdır.

Canlılarda bulunması gerekli maddelerin tümünün, bir akıl ve bilinç özelliği olmayan tesadüf kavramı sayesinde bir araya gelmiş olduğunu düşünsek bile, yine de hayat oluşmaz. Yaşam için gerekli tüm proteinleri toplayıp bir deney tüpüne koysanız bile bir canlı elde etmeyi başaramazsınız. Çünkü yaşam, organizmayı oluşturan parçaların ya da moleküllerin birarada bulunmasından çok daha öte, metafizik bir kavramdır. Yaşam, Allah'ın "Hayy" (Hayat sahibi) sıfatının bir yansımasıdır. Ancak O'nun dilemesiyle başlar, sürer ve sona erer. Herşey gibi yaşam da Allah'ın tek bir "ol" emri ile olur.

Tek bir proteinin oluşmasını açıklayamayan evrim teosinin tüm mantıksız iddialarını kabul edelim ve milyonlarca yıl önce yaşamak için her türlü malzemeyi elde etmiş bir hücrenin meydana geldiğini ve bir şekilde hayat sahibi olduğunu varsayalım. Evrim yine çökmektedir: Bu hücre bir süre yaşamını sürdürse bile, sonunda ölecek ve öldükten sonra ortada hiçbirşey kalmayacak, herşey en başa dönecektir. Çünkü genetik sistemi olmayan bu ilk canlı hücre kendini çoğaltamayacağı için ölümünden sonra geriye yeni bir nesil bırakamayacak, canlılık da bunun ölümüyle birlikte sona erecektir.

Genetik sistem ise yalnızca DNA'dan ibaret değildir. DNA'dan bu şifreyi okuyacak enzimler, bu şifrelerin okunmasıyla üretilecek mRNA, mRNA'nın bu şifreyle gidip üretim için üzerine bağlanacağı ribozom, ve bunlar gibi sayısız ara işlemleri sağlayan son derece kompleks enzimlerin de aynı ortamda bulunması gerekir. Ayrıca böyle bir ortam, ancak hücre gibi, gerekli tüm hammadde ve enerji imkanlarının bulunduğu, her yönden izole ve tamamen kontrollü bir ortamdan başka bir yerde olamaz...

Sonuçta bir organik madde, ancak bütün organelleriyle birlikte tam teşekküllü bir hücre olarak var olduğu takdirde kendini çoğaltabilir. Bu da dünya üzerindeki ilk hücrenin, inanılmaz derecedeki kompleks yapısıyla, bir anda, durup dururken oluştuğu anlamına gelmektedir.

Peki kompleks bir yapı, bir anda oluşmuşsa, bunun anlamı nedir?
Kompleks bir yapının durup dururken, bir anda bir bütün olarak ortaya çıkması, onun bilinçli bir varlık tarafından yaratıldığını gösterir. Hele hücre kadar karmaşık bir yapıda, bu durum apaçık ortadadır. İşe yarar anlamlı bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali sıfırken, bu hayali proteinlerden milyonlarcasının biraraya gelerek hücreyi oluşturması imkansız kavramının da ötesinde bir durumdur.

İmkansızlıklar zinciri devam eder. İnsan vücudu için gerekli olan milyonlarca proteinin tesadüfen oluştuğunu ve tesadüfen aynı noktada biraraya yığıldığını varsaysak bile, bunun bir gökdelenin taşının, çimentosunun, yapı malzemelerinin bir arsaya yığılmasından daha öte bir anlamı yoktur. Bütün bu malzemelerin son derece karmaşık bir plan ve proje çerçevesinde, son derece ölçülü, hesaplı, düzenli, akılcı ve kontrollü bir şekilde, ve bir emir-komuta zinciri içerisinde biraraya getirilmesi sonucunda bir gökdelen inşa edilebilir.

Ama insanlardan kimi vardır ki, gökdelenleri gördüklerinde "kim tarafından inşa edilmiş" sorusunu sorarlar da, canlılara gelince "hangi tesadüf sonucunda oluşmuş" diye merak ederler. Bu gerçekten de anlaşılması zor bir körlüktür.

Kuran’da bazı insanların Allah’ın varlığını içlerinde bulundukları gurur nedeniyle tıpkı günümüz evrimcileri gibi inkar ettikleri bildirilmektedir.

Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. (Neml Suresi, 14)

Vakit

Evrim Teorisi Neden Hayali bir Teoridir? -1-

09:29 Edit This
Bilim inceleme yaptığı alanda, araştırmaların sonuçlarına ve elde edilen bulgulara dayanarak gün ışığına çıkmamış bilgileri ortaya koymaya çalışır. Gözlemlenen sonuçların nedenlerini açıklamak amacıdır. Bilimselliğin ölçütleri vardır. Örneğin bilimsel çalışmalar bilimsel yöntemlerle ya§pılmalıdır, bilimde önceden koşullanma olmamalıdır, önyargı olmamalıdır, objektif olunmalıdır, bilimsel sonuçlar bir grubun tekelinde olmamalı ve gizlenmemelidir. Bulguların ispatladığı gerçekler beğenilmeyip, elde edilen kanıtlara yeni anlamlar yüklemek bilim alanından tamamen uzaklaşılıp, sahtekarlık alanına girilmesine neden olur.

Evrim teorisini bir bilim olarak kabul ettirmeyi hayal eden Darwinistlerin bu hayellerini gerçekleştirebilmeleri için pek çok unsura ihtiyaçları vardır. Bunlardan en önemlileri “basitlik” dir. Darwin, teorisini geliştirirken bu inanışa, yani canlılığın temelde basit bir yapıya sahip olduğu düşüncesine dayandı. Darwin’in teorisini benimseyen ve savunan diğer biyologlar da aynı şekilde düşündü. Örneğin Darwinizm’in Almanya’daki en büyük destekçisi olan Earnst Haeckel, o dönemin mikroskoplarında sadece koyu bir leke gibi görünen canlı hücrenin çok basit bir yapıya sahip olduğunu düşünüyordu. Hatta bir yazısında hücre için açıkça “jöle dolu basit bir baloncuk” demişti.

İşte evrim teorisi bu temel varsayım üzerine kurulmuştur. Darwin’den günümüze kadar geçen bir buçuk yüzyıl içinde, bilim ve teknolojide dev adımlar atılmıştır. Bilim adamları hücrenin gerçekte nasıl bir yapıya sahip olduğunu keşfettiler. Ve hücrenin hiç de önceden sanıldığı gibi basit olmadığını hayretle gördüler. Hücrenin yapısındaki kompleksliği moleküler biyolog Profesör Michael Denton şu benzetme ile açıklamaktadır:
"Moleküler biyoloji tarafından ortaya çıkarılan yaşam gerçeğini kavrayabilmek için, bir hücreyi yaklaşık bin milyon kez büyütmemiz gerekir. Bu durumda hücre, New York ya da Londra gibi büyük bir şehri kaplayacak boyutta dev bir uzay gemisine benzeyecektir. Hücrenin yakınına gelip onu incelediğimizde, üzerindeki milyonlarca küçük kapıyla karşılaşırız. Ve eğer bu kapıların herhangi birinden içeri girersek, olağanüstü bir teknoloji ve bizi şaşkınlığa düşürecek bir komplekslikle yüzyüze geliriz.." (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis. London: Burnett Books, 1985, s. 242)

Canlı yapılarda olması umut edilen basitlik, tesadüfen oluşum iddiasının beynini oluşturmaktadır. Ancak DNA’dan enzimlere, proteinlerden atom altı parçacıklara kadar yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan her bir zerre tesadüfen oluşamayacak kadar kompleks ve detaylı özelliklere sahiptir, üstün bir akıl ve güç tarafından yaratıldığı apaçıktır.

Yalnızca tek bir hücre ile hayata adım atan insan, muazzam ve aynı zamanda kusursuz bir çoğalma sistemi ile yüz trilyon hücreye ulaşır. Hücre milimetrenin binde biri büyüklüğündedir. Her bir hücrenin çekirdeği de, dünyanın en ileri ve kompleks yapısı olan insan vücudunun tüm planlarını muhafaza eden DNA molekülünü barındırır. Bu planlardaki bilgi esasında tam 1.000.000 ansiklopedi sayfasını dolduracak miktardadır. İnsan zihni bazı verileri karşılaştırma yaparak daha iyi anlayabilmektedir. Bunun için bilim adamları DNA’nın içerdiği bilgiyi dünyanın en büyük ansiklopedilerinden biri olan Britannica Ansiklopedisinin 23 cildi ile kıyaslamışlardır. Mikroskobik alana sığdırılmış bu bir milyon sayfa ise tam 920 ciltlik dünyada eşi benzeri olmayan dev bir ansiklopedi demek olduğunu ortaya koymuşlardır. Yapılan tesbitlere göre ise bu dev ansiklopedi yaklaşık 5 milyar farklı bilgiye sahiptir.

Bu şifrenin kendisi başlı başına bir mucizedir. Ve aynı zamanda yüz trilyon kere tam doğru olarak kopyalanabilmesi de çok büyük bir mucizedir. 920 ciltlik bilgi tek bir harf hatası dahi yapılmadan enzimlerce yüz trilyon kere kopyalanır. Elinize bir daktilo alıp 920 cildi yüz trilyon kere tek bir harf hatası yapmadan kopyalayabilir misiniz? Her dakika 200 milyon hücre doğar ve ölmüş hücrelerle yer değiştirir. Dakikada 920 cildi 200 milyon defa hatasız kopyalayacak bir teknoloji dahi bulunmamaktadır.

Varlık aleminin tamamının oluşumundaki her aşamada insan aklının kavramakta güçlük çektiği bir komplekslik evrimcileri çıkmaza sürüklemektedir. Evrimciler canlılıkta basitlik ararken karşılarına çıkan bu muhteşem akıl karşısında çaresizlik içerisindedirler. Elde ettikleri ve tamamı yaratılışı gösteren delillere gözlerini kaparlar. Kusursuzluğun ve eksiksizliğin tesadüf eseri olabileceğini iddia ederler. Evrimcilerin bu şekilde tamamen bilimsellikten uzaklaşmaları, onların mantıkla değil önyargıya dayalı hisleriyle hareket ettiklerini göstermektedir. Evrimcilerin mantıksız iddiaları ateşli bir biçimde savunmalarının tek nedeni Allah’ın varlığını reddetme konusundaki kararlılıklarıdır.

Allah Kuran’da bir kısım insanların günümüz evrimcileri gibi bir tavır içerisinde olacaklarını ve karşılarında olan tüm delillere rağmen inkarda direteceklerini bildirmiştir.

Gerçek şu ki, biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık, -Allah'ın dilediği dışında- yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar. (En’am Suresi, 111)
Eğer gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile: "Üst üste yığılmış bir buluttur." derler. (Tur Suresi, 44)

Vakit

Hz. İbrahim Kavminin İnkarına Karşılık Tebliğden Asla Vazgeçmemiştir

09:26 Edit This
Allah Kuran'da ilk peygamberin Hz. Adem olduğunu bildirir. Hz. Adem'den sonra Kuran'da adı anılan ikinci peygamber Hz. Nuh'tur. Hz. İbrahim ise, Hz. Nuh'tan bir zaman sonra yaşamıştır ve Kuran'da verilen bilgiye göre Hz. Nuh'un soyundandır. (Saffat Suresi, 83)

Rabbimiz’in Kuran'da bildirdiğine göre Hz. İbrahim'in kavmi taştan, tahtadan heykeller yapıyor, sonra da bu heykelleri ilah olarak kabullenip onlara tapıyorlardı. İbadetlerini bu putların önünde yerine getiriyor, onlara dua ediyor ve onlardan yardım diliyorlardı. Kendilerine zarar vereceklerine inanarak, kendi elleriyle şekil verdikleri, hareket edemeyen bu cansız tahta ve taş parçalarından korkuyor, onlardan medet umuyorlardı. Sapkın inanışları gereği, tapındıkları heykellerin kainatın işleyişi üzerinde bir güce sahip olduğuna inanıyorlardı. Bu batıl inanışa göre, putlar karar alma, bunları uygulama, canlıları cezalandırma ya da ödüllendirme yetkilerine sahipti. Bir başka deyişle söz konusu müşrikler, bu heykelleri oluşturan cansız maddenin, sözde yaratma ve insanları yönetme gücüne sahip olduğunu sanıyorlardı. Hiç şüphesiz bu çok büyük bir sapkınlık, Allah'ın Kuran ayetlerinde bildirdiği çok büyük bir günahtır. Nitekim Allah bir Kuran ayetinde şu şekilde buyurmaktadır:
Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)

Allah böyle bir kavim içinde büyüyen Hz. İbrahim'e, göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki herşeyin Yaratıcısının Kendisi olduğunu, aksine inananların büyük bir sapkınlık içinde olduklarını vahyetti. Ancak putperest kavmi, Hz. İbrahim'in de kendileri gibi düşünmesini ve yaşamasını istiyordu. Hz. İbrahim ise kavminin bu sapkın inancından yüz çevirdi, inandıkları sahte ilahların hepsini reddetti, tek ve gerçek İlah olan Allah'a iman etti. Allah, imanını daha da artırması ve sağlamlaştırması için, Hz. İbrahim'e, Kendisi'nin göklerde ve yerdeki kudretinin ve hakimiyetinin delillerini gösterdi:
Böylece İbrahim'e, -kesin bilgiyle inananlardan olması için- göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk. (Enam Suresi, 75)

Hz. İbrahim'in kavmi ise batıl inanışlarında son derece ısrarlılardı. Kendilerinden önceki nesillerin -atalarının– yaşamlarını körü körüne taklit ediyor, her nesil bir sonraki nesle bu sapkın inanışı gelenek halinde miras bırakıyordu. Asırlardır süregelen sapkın ve putperest dini terk etmeme nedenlerinden biri, dinden uzak yaşayan insanların geleneksel bir yanılgısıdır: Doğru, akılcı ve hak olana göre değil, çoğunluğa göre hareket etmek. Onlara göre, eğer bir inancı ve düşünceyi çoğunluk kabul ediyorsa, bu inanış doğru olarak kabul edilmelidir. Aksini düşünmek, yani toplum tarafından genel kabul gören bir düşünceyi sorgulamak, araştırmak, eleştirmek gereksizdir. İşte bu durum Kuran'da Allah'ın tarif ettiği, insanların sakınmaları gereken önemli bir yanılgıdır. Allah Kuran'da insanları bu konuda şöyle uyarmaktadır:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' (Enam Suresi, 116)

Hz. İbrahim'in akıllarını kullanmayan kavmine yaptığı tebliğde çok önemli örnekler bulunmaktadır. Onun en dikkat çekici yöntemlerinden biri, kavmine Allah'ı anlatırken onların vicdanlarını harekete geçirecek, onları düşündürecek yöntemler izlemesidir. Onlara sorular sorarak düşünmelerini sağlamış ve böylece içinde bulundukları sapkınlığı ispat etmiştir. Taptıkları sahte ilahların şuursuz birer tahta ve taş parçasından ibaret olduğunu onlara göstermiş, ince bir planla onların da aklen ve kalben buna ikna olmalarını sağlamıştır. Kavminin asırlardır içinde yaşadığı şirk sistemini bu tebliğ yöntemiyle çökertirken, onlara Allah'ın varlığını ve birliğini de açıklamıştır. Hz. İbrahim kavmine putlara tapmanın ne kadar büyük bir sapkınlık ve akılsızlık olduğunu çeşitli yöntem ve örneklerle anlatmıştır. Ancak kavminin bu hatırlatmalara karşı verdiği tek cevap, "biz bunu atalarımızdan gördük" olmuştur. Bu cevap cahiliye toplumunda çok sık rastlanan, batıl inançları meşrulaştırmak için kullanılan, alışıldık bir cevaptır. Ve hak dinin karşısında hiçbir dayanağı yoktur.

Hz. İbrahim'in kavminin, içinde bulundukları sistemin saçma olduğunu vicdanen görmelerine rağmen inkarda diretmelerinin sebeplerinden biri, menfaatlerine olan düşkünlükleridir. Yaşamakta oldukları şirk sistemi, onlara çeşitli dünyevi menfaatler sağlamaktadır ve bu kurulu düzenin değişmesi onların çıkarları ile çatışmaktadır. (Mekke'deki putlar sayesinde büyük ticari karlar elde eden Mekke liderlerinin, Peygamber Efendimizin tebliğine karşı çıkmaları gibi.) Bu, gerçekte Allah'ın peygamberleri için takdir ettiği bir kanundur. Kuran'da belirtildiği üzere, her dönemde gönderilen elçilere karşı çıkılmış; peygamberler ölüm ile tehdit edilmiş ve asılsız iftiralara uğramışlardır. Bu mübarek, kıymetli insanlar, kimi zaman büyücülükle, kimi zaman delilik, kimi zaman da "şairlik", yani Allah adına sözler uydurmak şeklinde çirkin ve asılsız iftiralarla suçlanmışlardır. Bir başka deyişle, peygamberleri suçlayanlar, onları sapkın, kendilerini ise hak yolda ilan etmek gibi bir sahtekarlığa başvurmaktan çekinmemişlerdir.

Hz. İbrahim ise, -tüm diğer peygamberler ve salih müminler gibi- tüm kavmini, yakınlarını ve akrabalarını karşısına almak pahasına doğrulardan vazgeçmemiştir. Kesin bir kararlılıkla Allah'a imana insanları davet etmiş ve hiçbir zorluk ya da baskı onu yolundan döndürmemiştir.

Vakit

Göz ve Kulaktaki Üstün Teknoloji

09:23 Edit This
Göz ve kulaktaki üstün algılama kalitesi evrim teorisi tarafından kesinlikle açıklanamamaktadır.
Öncelikle "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.

Üstelik bu o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz gazeteye, gazeteyi tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir. Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir perspektifi izlemektesiniz.

Uzun yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur. Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz atomlar nasıl yapsın?

Gözün gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.

Gözdeki durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.

Net bir görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.

Şimdiye kadar insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Bu durumun tek bir açıklaması vardır: Allah’ın sonsuz gücü, üstün yaratma sanatı.

Vakit

Evrimcilerin “Tesadüf Putuna” Olan Bağlılıkları

09:11 Edit This
Darwin dönemindeki ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu. Çünkü Ortaçağ’da, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.Etlerin kurtlanması da hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.

Gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, bu ilkel mantıkların yanlışlığı anlaşıldı ve hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiası giderek daha büyük bir çıkmaz içine girdi.

Darwinizm, yani evrim teorisi, yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok mucizevi bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği, bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına, taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan sahtekarlıklara dayalıdır.

Bugün biyolojide, fizikte, kimyada, jeolojide ve diğer tüm bilim dallarında ortaya konan yeni buluşların gerçekliği hemen kabul edilmekte ve bu gerçekler doğrultusunda kitleler aydınlatılmaktadır. Ancak evrim teorisinde durum farklıdır. Evrim ise bilimin açığa çıkardığı tüm gerçeklerin üzerini örtmek için kullanılan sahte bir bilimdir. Sahte bilim olan evrimin, kendi aleyhinde olduğu için sırt çevirdiği gerçekler evrendeki düzenin temeli niteliğinde olan kanunlardır. Örneğin evrim teorisi, bir fizik kanunu olan “Entropi Kanunu”na uymamaktadır. Entropi, fizikte bir sistemin içerdiği düzensizliğin ölçüsüdür. Entropi Kanunu, tüm evrenin geri dönüşü olmayan bir şekilde sürekli daha düzensiz, plansız ve dağınık bir yapıya doğru ilerlediğini ortaya koymuştur. Termodinamiğin İkinci Kanunu olarak da bilinen bu kanun, teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmıştır. Öyle ki yüzyılımızın en önemli bilim adamı olarak kabul edilen Albert Einstein, bu kanunu “bütün bilimlerin birinci kanunu” olarak tanımlamıştır (Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View, New York: Viking Press, 1980, s.6.)

Evrimcilerin tanımadığı tüm doğrular karşısında kabul ettikleri ve bel bağladıkları tek şey tesadüftür. Tesadüf onlar için fizik kanunlarının üzerinde sözde bir ilah niteliğindedir. Madde ve zamanın sınırladıkladıklarının üzerine çıkabilir ve efsanevi olaylar gerçekleştirebilir. Tesadüf putu evrimcilere göre karar alır, önceden bazı hesaplar yapabilir, seçer, faydalıyı faydasızdan ayırabilir ve hep doğru karar verir, bugüne kadar hiç bir yanlışı olmamıştır.

Evrimcilere şu soruların sorulması gerekmektedir:
Doğal seleksiyonu yapan kim?
Seçim kararı kime ait?
Eğer seçim yapılıyorsa mutlaka bir seçen var demektir. Evrim aklı ve bilgisi olan bir varlık mı canlıların faydalarına yönelik seçim yapabiliyor?
Sürekli değişim ve gelişme ihtiyacını cansız maddelere kazandıran nedir?

Bu sorulara ancak ‘tesadüf’ olarak cevap verilebileceklerdir. Yani evrimciler için bu put önceden bazı hesaplar yapabilir ve bu hesaplar doğrultusunda ihtiyaca yönelik canlılığı geliştirir.

Darwinistlerin elleri kolları bağlıdır; bilimin reddettiklerini, tesadüf putuna koyu inançları gereği mecburen kabul etmek zorunda kalırlar. Bilim bulunan milyonlarca fosil delili ile ara geçiş formu canlıların yaşamış olduğunu reddetmesine rağmen, evrimciler yinede mecburen ara geçiş formu hayallere kurmaya devam etmektedirler. Matematikte "1050'de 1" veya daha küçük bir ihtimal, istatistiksel olarak gerçekleşme ihtimali "0" olan, yani gerçekleşmesi imkansız olan bir ihtimal olarak tanımlanırken, evrimciler tek bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali olan 10950'de 1 ihtimal’i kabul etmek zorunda kalarak teorilerini temellendirirler. Yeryüzünde canlılığın aniden ortaya çıktığı dönem olan Kambriyen dönemindeki son derece kompleks yapıların birer yaratılış örneği olduğunu görmemeye çalışırlar. Bu dönemdeki mükemmel yapıların, tesadüflere dayalı evrim teorisinin gerektirdiği gibi eksik, yarım ve işlevsiz aşamalar sergilememeleri onlar için yaratılış gerçeği karşısında büyük bir yenilgidir.
Temelden çürük olan evrim teorisi artık yıkılmıştır. Bu teori bugün ancak tesadüf putuna tapanların ve toplumları karmaşaya yönlendirmek isteyenlerin omuzları üzerinde taşınmaktadır.
Gördüğü tüm delillere karşı hala yaratılış gerçeğini reddeden ve Allah'ı inkarda direten kimseler ise, kibirleri akıllarına galip gelmiş kimselerdir. Bu gibi insanların gerçekte ne kadar büyük bir acz içinde olduklarını, Rabbimiz bir ayetinde şöyle bildirir:
Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. (Hac Suresi, 73)

Allah insanın gözünü çevirdiği her yerde doğruları görebileceği milyarlarca delil yaratmıştır. İnsanların bunları düşünmelerini Kuran’da şöyle emretmektedir;
Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)

Vakit